24 Nisan 2017 Pazartesi

Rejimin yeni kıyafetleri ve ekonomik beklentiler

Şaibeli referandum sonrasında Türkiye ekonomisinin nereye yol alacağı konusunda çok keskin ifadeler kullanmak uygun görünmüyor. Buna karşın olağanüstü hal dönemindeki ekonomik önlemler ve yakın zamandaki gelişmelere bakarak gidişatı anlamlandırabiliriz.

Bunlardan başta geleni, darbe girişimi sonrasında gerçekleşen çöküşün kısmen kamu harcamalarındaki muazzam artışla, kısmen de 2017 başından itibaren tekrar artan portföy yatırımları ağırlıklı sermaye girişleriyle telafi edilmesidir. Bu etkenler nedeniyle Türk lirasındaki düşüş bir süreliğine durdurulabilmiş, krizin derinleşmesinin önüne geçilebilmiştir. Ancak bütün karar alma süreçlerinin tek bir lider figürüne bağlandığı idari düzenlemelerin yaratacağı istikrarsızlık kadar Türkiye ekonomisinin yapısal sorunları da yeni çalkantıların bizleri beklediğine işaret etmektedir.  

Referandum ne getirdi?

Çalkantı derken sadece döviz kuru oynaklığından söz etmiyoruz. Türkiye ekonomisinde emeği politik olarak daha da zayıflatacak ancak aynı zamanda kapitalistlerin rekabet gücünü orta ve uzun vadede arttıracak bir dönüşüm gündemi kendisini hem uluslararası tavsiyelerle hem de siyaset yapıcıların kelime tercihlerinde yansıtıyor. (Sonucun tescil edildiği varsayımıyla) Referandumun temel ve dolaysız ekonomik sonucu bu yapısal reform gündeminin tekrar ısıtılması ve ilgili adımların atılmasıdır. Kabaca ifade edilecek olursa uluslararası finansal kuruluşların bakışı “Türkiye demokrasiden uzaklaşıyor” cümlesiyle değil, “artık elinizi kolunuzu bağlayan bir şey kalmadı” ile özetlenebilir. Bu nedenle örneğin, daha önce gündeme gelen kıdem tazminatı fonu adı altında bir düzenleme ile özel sektörün maliyetlerinin kısmen devlet tarafından üstlenilmesine yönelik girişim ayrıntılandırılacak ve bu alanda işçilerin haklarının muhtemelen zamana yayılarak tırpanlanması söz konusu olacaktır.

Türkiye’de gerilim yaratan unsurlardan önemli bir tanesi de dışarıdan sermaye girişlerine olan ihtiyacın beraberinde getirdiği yapısal reform gündemine sıkışmışlığın, rahatlıkla kurumsalcı bir tadilattan geçirilmiş piyasacılık içine oturtulamayacak gibi duran uygulamalarla bir arada yürümesidir. Kısaca açıklamak gerekirse daha esnek emek piyasalarında, daha vasıflı işçiler ve daha yoğun teknoloji kullanımı ile hukuki olarak bilinebilir / öngörülebilir / anlaşılabilir bir iş yapma kültürünün yaratılmasına dönük adımlar atılacağı yönlü beklenti özellikle uluslararası sermaye ile daha fazla bütünleşmiş kesimlerde varlığını korumaktadır. Ancak Türkiye’de ne hızlı bir vasıf kazanma, ne yoğun bir teknolojik atılım ne de hukuk devleti ilkelerinin yürürlükte olduğu ve hukuk sisteminin adalet terazisinin kefesinin uluslararası standartlar uyarınca gözden geçirildiği bir dönem söz konusudur. Buna karşın referandum sonuçlarının tescili kısa süreli bir istikrar ve sorunların ertelenebilmesi yönündeki bir beklentiyi de genel olarak sermaye cephesinde güçlendirmektedir. Referandumun dolaylı ve ikinci ekonomik sonucu bu nedenle özel sektörün döviz açık pozisyonunun yönetilmesi ve kredi kanallarına erişim konusunda bir süreliğine görülecek ferahlamadır. Popüler bir jargon içinden ifade edilecek olursa sermaye açısından 2017 kaybedilmemiş görünmektedir.

Muhtemel gelişmeler: öncekinin aynısı

Bu kısa özet yapısal reform gündemi ve buna yönelik adımların yaratacağı çalkantıyla sermayenin beklentileri bir araya geldiğinde toplumsal gerilimlerin artma ihtimaline işaret ediyor. Resme Türkiye ekonomisindeki zayıf büyümenin yarattığı aciliyet hissiyatı ve yönetim pratiklerinin üstesinden gelemeyeceği sorunları eklememiz gerekir.

Türkiye’de darbe girişimi sonrası ekonomik çöküş karşısında iç talebi canlandırmayı isteyen siyasal iktidar kredi genişlemesini sınırlandırmak adına 2010 sonrasında getirilen düzenlemelerin bir kısmını 2016 Eylül’ünde kaldırdı. Özel sektörü teşvik (ihracat kredilerinde kapsamlı teminat, özel sektörün prim ödemelerine erteleme, KOBİ’lere 3 yıllık ve ilk 12 ayı ödemesiz kredi vb.) yanı sıra özel sektörün maliyet ve risklerinin kısmen üstlenilmesi (Kredi Garanti Fonu aracılığıyla kefalet sağlanması) gibi kriz karşıtı önlemlere kamu harcamalarının radikal bir şekilde arttırılması eşlik etti.[i]

Artan işsizliğe karşı başlatılan istihdam kampanyasının rekor kıran işsizlik oranını düşürmede ne kadar başarılı olduğunu bahar ayları verilerinin birkaç ay içinde açıklanmasıyla anlayabileceğiz. Ancak Kredi Garanti Fonu aracılığıyla 186 bin firmaya kredi kullandırılmış olması kamu kefaletinin devreye sokularak bankaların kredi maliyetinin de düşürülmesinin çok sayıda firmaya sorunları öteleme fırsatı tanıdığını gösteriyor. Çeşitli tüketim mallarında KDV’nin Nisan ayı sonuna kadar kaldırılmasını da ekleyerek, yakın dönemde hükümetin temel tercihinin iç pazarı canlandırmak ve ekonomik daralmayı engellemek üzere kamu kaynaklarını (kredi kefaletinden, vergi almamaya, oradan kamu harcamalarını arttırmaya kadar varacak şekilde) seferber etme üzere biçimlendiğini söylemek mümkün görünüyor. Bu tercihin maliyeti Hazinenin nakit dengesinin açık vermesi ve borçlanmanın artışı şeklinde kendisini gösteriyor. Ancak Türkiye’nin kamu borcu miktarı ve kamu borcunun hasılaya oranı, tercihin uzunca bir süre daha gündemde olmasına izin verecek kadar hareket alanınını siyasal iktidara tanıyor.

Merkez kapitalist ülkelerde zayıf toparlanmanın 2017’de sürmesi beklentisinin Türkiye ekonomisine ihracat kanalıyla sınırlı da olsa canlandırıcı etkide bulunması tahayyül edilse dahi, küresel finansal krizin artçı şoklarının geride kaldığını iddia etmek halen mümkün değil. Bu nedenle de merkez ülkelerdeki para politikası tercihleri Türkiye’deki ekonomik aktörlerin kredi kanallarını olumsuz etkileyebilecek özellikler sergilemeye devam ediyor. Mevcut uluslararası konjonktürde ve Türkiye’de düşük büyüme temposu nedeniyle siyasal iktidarın tercihlerinin anayasa değişikliği referandumu sonrasında da son dokuz ayda görülen önlemlerin türevleri şeklinde tezahür etmesi olasılığı son derece güçlü bulunuyor.

Türkiye Varlık Fonu’nun önümüzdeki dönemde başlayacak operasyonlarını da bu bağlamda değerlendirmek uygundur. İstanbul’un bölgesel finans merkezi haline gelmesi ve İslami fonların Türkiye’ye çekilmesi için yapılacak operasyonların deyim yerindeyse aşağı süzülerek özel sektörün erişebileceği kaynakların bollaşmasını sağlayacağı siyasal iktidar tarafından umuluyor. İstanbul’un finansal merkez olması ve İslami finansal derinleşme projesi, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının 2. dönemine kadar geriye gidiyor, ancak OHAL döneminde kurumsal altyapısı hazırlanan varlık fonu kullanımıyla önümüzdeki dönemde düşük büyümeye karşı yeni adımlar atılacağı anlaşılmaktadır.

Esas sorun

Yukarıda değinilen nedenlerle, yeni kıyafetlerini edinmiş rejimin ilk hedefinin emeğin mevcut hakları olduğunun altını çizebiliriz. Ne pahasına olursa olsun büyüme oranının yükseltilmesi isteğiyle OHAL dönemi uygulamalarına benzer palyatif kararlar ile daha orta vadeli ve kaynak sorununu çözmeyi amaçlayan adımlar bir arada yürüyecektir.

Referandum sonrası esas sorun milyonlarca emekçinin bir avuç kifayetsiz muhterisin kararlarından doğrudan etkilenmesi ve direniş kanalının siyaseten biraz daha zemin yitirmesidir. Otoriter ve neoliberal Türkiye’nin hızla faşizme yakınsayan bir rejime kayışının semptomatik ifadesi, mevcut devlet eliyle palazlandırılmış sendikalar ve örgütlerin biricik yasal/meşru muhatap kabul edileceği şekilde diğerlerinin tamamen tasfiyesi uğraşı olabilir. Uluslararası fon yöneticilerinden tutun da Türkiye’nin yönelişi konusunda endişelerini beyan eden çeşitli uluslararası finansal kuruluş/sektör temsilcilerine, birçok aktörün ses çıkarmayacağı ve hatta destekleyebileceği bu dönüşümün “yapısal reform” olarak paketlenebilmesi dahi ironik olsa da Türkiye şartlarında mümkündür. Ancak yakın dönemin temel ekonomik meselesi olarak pişirilen dönüşüm ve atılacağını söylediğimiz adımlar, aynı zamanda yeni bir soyguna maruz kalma ve örgütlenme hakkından mahrum bırakılma karşısında milyonlarca emekçinin vereceği cevaba bağlı olarak biçimlenecektir. Umudun işçi tulumu giymesi durumunda rejimin yeni kıyafetlerinin (bizim gözümüzde değil ama sermaye kesimlerinin gözündeki) yaldızları fazlasıyla çabuk dökülecektir.


Not: bu yazı ilk olarak 23.4.2017'de BirGün Pazar'da yayımlanmıştır.


[i] Darbe girişimi sonrası ekonomik gelişmelere ve Türkiye ekonomisindeki yapısal sorunlara ilişkin bir değerlendirme için daha önceki bir çalışmama da bakılabilir: “Türkiye’de Ekonomik İstikrarsızlığın Farklı Boyutları, Beklentiler ve Alternatifler”, Ayrıntı Dergi, 19 (Ocak-Şubat 2017) https://goo.gl/5Q8D9J